Açık Kapı Politikasından Açık Sınır Politikasına Türkiye’deki Suriyeliler – Murat Erdoğan

Dünyada, adına genel olarak “göç” dediğimiz insani hareketlilik
tarih boyunca var oldu ve artarak da devam edecek. Castles ve Miller (2008)’ın belirttiği
gibi göçler sadece fiziki sınırları aşmakla kalmaz, kültürel ve duygusal
sınırları da aşar. Nitekim, göç hareketleri her geçen gün uluslararası
ilişkilerdeki güç dengelerinin de önemli bir parçası haline gelmektedir.
Uluslararası göç hareketliliğine bakış, ona verilen tepkiler ve politikalar,
sayısal büyülükler kadar süreci başlatan ana motivasyonla da doğrudan
ilişkilidir. Yani göçün iradi/gönüllü mü, yoksa zorunlu mu gerçekleştiği
hususu, sürecin bütün evrelerinde konunun bütün tarafları için en önemli unsurdur.

İradi göç, göçmen için “daha iyi bir hayat arayışının”,
onu kabul eden devlet/toplum için ise “göçmenin getireceği katkılar” dikkate
alındığında cazip bir ilişki biçimi olarak karşımıza çıkar. Dünyadaki bütün
gelişmiş ülkeler, özellikle son yüzyılda yaşlanma ve doğum oranlarındaki düşüş
ile birlikte mümkün olduğunca nitelikli göçmen alma konusunda adeta bir yarış
içerisindeler. Aslında bir ülkeye yönelik göçmen ilgisi ile o ülkenin
gelişmişliği arasında paralellik söz konusudur. Uluslararası Göç Örgütü
tarafından hazırlanan Dünya Göç
Raporu-2020
’ye göre, 2000 yılında 150 milyon olan uluslararası göçmen
sayısı, 20 yılda neredeyse ikiye katlanarak 272 milyona çıkmıştır. Bu
göçmenlerin %80’inden fazlası ABD, Almanya, Suudi Arabistan, Rusya ve İngiltere
gibi ekonomisi güçlü ülkelerde yaşamaktadır.

Her ne kadar “kapitalist sömürü sisteminin modern
köleliği” şeklinde eleştiriler ve zaman zaman özellikle de sayısal
büyüklüklerden kaynaklanan sorunlar olsa da dünyadaki tecrübe genelde konunun
bütün taraflarının (kaynak ülke, göçmenin kendisi ve hedef ülke) göçten kazançlı
çıktığını göstermektedir. O nedenle “iyi ve uyumlu” göçmen almak, gelişmiş
ülkelerin rekabet ettikleri bir alan olarak ortaya çıkmaktadır.

Fakat genelde “ekonomik göç” olarak da nitelenen iradi göç konusundaki bu olumlu yaklaşım, eğer göç bir zorunluluğa dayanıyorsa büyük ölçüde değişmekte ve korumacı uygulamalar devreye girmektedir. Sistemini veya rejimini değiştiremeyenlerin ülkesini değiştirmek zorunda kaldığı zorunlu göç durumu, başından sonuna travmatik bir süreçtir. İhtiyaçları temelinde göçmen almak için yarışan zengin ülkeler, zorunlu sebeplerden göç eden insanları, aynı ülkeden, aynı etnik ve dinsel gruptan gelseler bile, almamak ve başka ülkelere “itmek” için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

İradi Göç-Zorunlu Göç

2000 yılında dünyada 35 milyon olan zorla yerinden
edilmiş olanların sayısı, son 20 yılda 70 milyonu aşmıştır. Bu 70 milyon insan
nerede diye bakıldığında %10-15’inin gelişmiş ülkelerde, geri kalanının ise
başta komşu ülkeler olmak üzere, büyük ölçüde yoksul ve kırılgan ülkelerde olduğunu
görüyoruz (UNHCR b ve c). Halen dünyada sığınmacı-mülteci
sayılarında ilk on ülke içinde Türkiye, Pakistan, Uganda, Sudan ve 2016’dan
sonra bu listeye giren Almanya baştadır. Lübnan, Ürdün, İran, Etiyopya,
Pakistan, Bangladeş de listede yer alan diğer ülkelerdir. Bunun bir tesadüf
olmadığı açıktır. Örneğin tipik bir göç ülkesi olan Kanada yılda 350 bin göçmen
alırken, sığınma başvurusu sayısı hiçbir zaman yılda 60 bini, talebi haklı
bulunanların sayısı da 20 bini bulmamıştır. Özetle, dünyanın zengin/gelişmiş
ülkeleri göçmene, özellikle de nitelikli göçmene kapılarını açarken, söz konusu
olan sığınmacılar olunca kapılar sıkı şekilde kapatılmaktadır. Ölümden,
cellatlardan, diktatörlerden kaçan ve kaçma halinde oldukları için hiçbir
şeyleri olmayanların bir de gittikleri yerde istenmemeleri ve kapıların
kapatılması ayrı bir dramdır.

Açık Kapı Politikası

Sığınmacılık/mültecilik genelde ülkesinden kaçanın en
çabuk ulaşacağı sınır komşusu ülkelerde söz konusudur. Bunun nedeni
uluslararası hukuktaki ölüm, savaş ve zulümden kaçanlara yönelik uygulanan
“açık kapı” politikasıdır. Yani, ülkenizin sınırdaş olduğu ülkede insanlar
hayatlarını kurtarmak için ülke rejiminden ya da savaştan kaçışıyorlarsa,
kapılarınızı açmalısınız. Türkiye’nin rejimin varil bombalarından kaçan
Suriyeliler için 2011’den bu yana yaptığı da budur.

Öte yandan, açık kapı politikası, kulağa hoş gelen bir
insanlık görevi olsa da eğer kriz uzarsa ya da çözülemezse, bu sefer komşu
ülkeler bu politikanın mağduru haline gelebilirler. Zira, elinizi uzattığınız
insanların mali, siyasi, sosyal ve ekonomik yükleri büzük ölçüde sizin üzerinizde
kalır. Suriyeliler bağlamında Türkiye’de yaşanan da budur. Nitekim, kriz başladığında
Türkiye’ye insanlık adına açık politikası uygulamasını öneren Avrupalıların,
“ama Batı sınırınızı da sıkı tutun” demeleri dikkat çekiyordu. Kısa sürmesi
beklenen kriz uzayınca ve Suriyeliler de ülkenin her tarafına dağılınca,
uluslararası dayanışma sembolik düzeyde kaldı ve Türkiye (ve tabii ki Lübnan ve
Ürdün de) açık kapı politikasının kurbanları haline geldiler. Bu bağlamda açık
kapı politikası sorumluluktan kaçmanın ve yükü komşu ülkelere bindirmenin
yöntemi haline geldi.

Tam da bu noktada basit bir soru sormak gerekiyor: Eğer
gönüllü geri dönüş koşulları oluşmamış ya da sığınmacılar anlaşılabilir
gerekçelerle dönmek istemiyorlarsa, o zaman uluslararası toplumun yükümlülüğü
nerede başlar, nerede biter? Ülkesinde savaştan ölümden kaçanların uluslararası
hukukun da tanıdığı sığınma hakkını kullanacağı yer neden sadece komşu ülkeler
olmalıdır? Bir sığınmacının neden istediği ülkeye gitme hakkı olmasın? Sekiz
yıldır ülkesine dönemeyen ve artık dönemeyeceği belli olan bir sığınmacı için
Türkiye’de olmak kadar İsviçre’de, Kanada’da, Fransa’da ya da başka bir ülkede
olma hakkı neden yoktur? Ya da tersinden soralım, neden Türkiye bu sığınmacılara
ev sahipliği yapmak zorundadır? Sadece komşu olduğu ve ölmemeleri için
kapılarını açtığı için mi?

Dünya tarihinde görülen en büyük ve dramatik insani krizlerden olan Suriyeli göçmenler konusu, uluslararası hukukun, koruma mekanizmalarının, Cenevre Sözleşmesinin, uluslararası dayanışmanın ve özellikle de açık kapı politikasının bir kez daha derinden gözden geçirilmesine neden olmaktadır. Her ne kadar son yıllarda “Mülteciler Üzerine Küresel Mutabakat” (UNHCR a) çalışmaları ile sorumluluk paylaşımının daha da güçlendirilmesi yönünde bazı çabalar ortaya çıkmışsa da bunların sembolik olmaktan öteye geçemeyeceği, dahası zengin/gelişmiş ülkelerin dayanışmayı/yük paylaşımını neredeyse sadece sınırlı mali destek olarak anladıkları, “sorunu dışsallaştırmayı” kendileri bakımından bir hak olarak gördükleri anlaşılmaktadır.

Açık kapı politikası komşu ülkelerin değil, bütün dünyanın meselesidir.

Kısaca, mevcut haliyle, açık kapı politikası komşu ülkeleri mağdur ve hatta kurban ederken, gelişmiş ülkelerin derdi “en az mali destekle en az sayıda sığınmacı” kabul etmek şeklinde ortaya çıkıyor. Bu sürdürülebilir bir durum değildir. Açık kapı politikası komşu ülkelerin değil, bütün dünyanın meselesidir. Sorumluluk ve yük paylaşımını kısıtlı mali destek olarak anlayan, üstelik desteği “bize sığınmacı gelmesini engellersen veririz” şekline indirgeyen yaklaşım  modern bir itemele (“push back”) politikasından başka bir şey değildir.

Mali Destek İle
Dışsallama

Suriyeliler 2014’den itibaren Avrupa’ya doğru yola
çıkınca Avrupa da aslında 2011’den beri devam eden Suriyeli sığınmacılar sorunu
ile yüzleşmek zorunda kaldı. 2 Eylül 2015’de Bodrum’da cansız bedeni kıyıya
vuran Aylan Kurdi isimli 3 yaşındaki Suriyeli bebeğin fotoğraflarının
oluşturduğu kamuoyu tepkisi ve genel olarak sivil toplumun o dönemde verdiği
destek ile 1 milyonu aşkın sığınmacı Avrupa’ya ulaştı. Fakat hemen ardından
sorunun esas kaynağı olan savaşın failleri unutuldu, yerine Avrupa için sorunun
geçiş yolundaki Türkiye ile bir anlaşma yapılması için harekete geçildi ve 18
Mart 2016’da Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında sığınmacıların Avrupa’ya
geçmesine engel olunması, yani Türkiye’de tutulması karşılığında, mültecilere
harcanmak üzere Türkiye’ye 4 yıl için 3+3 milyar Avro ödenmesi konusunda uzlaşıya
varıldı.

4 yıl için 6 milyar Avro aslında AB’nin kendi tarihinde
yaptığı en büyük mali destekti. Fakat bu, bir anlamda Türkiye’yi AB’nin “ucuz ve
uzak göçmen barınağına” dönüştürdü. Türkiye’yi anlaşmaya ikna eden siyasi
taahhütler ise hızla rafa kaldırıldı. AB için “en iyi sığınmacı Türkiye’de
mutlu ve Avrupa’ya gelmeye kalkışmayacak sığınmacıdır” anlayışı yerleşti.

Bu süreçte AB, her vesile ile ne kadar çok para verdiğini
ifade ederken, Türkiye’de ne kadar çok sığınmacı olduğunu dile getirmekten
kaçınmış, sorunu dışsallamanın mutluluğunu yaşamıştır. Oysa konu sadece mali
destek ile çözülebilseydi, bu paraya pek çok ülke talip olabilirdi. Örneğin Türkiye
“bize artık para göndermeyin, biz AB’ye yılda 20 milyar Avro verelim, bunun
karşılığında Türkiye’de yaşayan 4 milyon sığınmacının yarısını alın” teklifini
getirirse, bunu kabul edecek bir AB ülkesi tahayyül edilebilir mi? Tabii ki
hayır! Demek ki konu mali desteği aşan bir soruna işaret etmektedir. Bu nedenle
AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde bu kadar basitleştirilmiş bir mali destek
politikasının sürdürülebilir olmadığı açıktır.

18 Mart 2016 mutabakatını AB olarak değil, “AB üye
ülkeleri” olarak imzalama kurnazlığını gösterdiği için, T.C. vatandaşları için öngörülen
vize muafiyeti, üyelik müzakerelerinin devamı, gümrük birliğinin geliştirilmesi
gibi hususlardaki sorumluluğu hemen üzerinden atan AB, her ne kadar bunları
Türkiye’deki olumsuz demokratik gelişmeler ile  insan hakları ve ifade özgürlüğü alanında
yaşanan olumsuzluklara bağlasa da bu sorunların aşılması için iyi niyetli çaba
göstermeye de neredeyse hiç ilgi duymamaktadır. Nitekim, son 5 yıldır Türkiye
ile neredeyse sadece sığınmacıları konuşmayı tercih eden AB, bunun yerine bu
süreyi aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesi için samimi çaba ile geçirseydi,
herkes daha kazançlı çıkabilirdi. Oysa gelinen noktada AB’nin “dışsallama”
politikasının bu sefer Türkiye tarafından araçsallaştırılması toplumda siyasi
karşılık bulmuş, bu da demokrasiye zarar vermiştir. Bu çerçevede, yakın zamanda
Türkiye’de de tıpkı Avrupa’daki gibi yabancı düşmanı partilerin kurulması ya da
merkez partilerin bu çizgiye kayması sürpriz olmayacaktır. Bütün bunlar
sığınmacıların bir başka maliyetidir. Sorunu yaratan AB değildir, ama sorununun
etkilerini mali destekle dışsallamanın da bir sınırı olduğu açıktır.

Türkiye’deki
Suriyeliler

Her ne kadar Türkiye sığınmacılara verilecek statüyü
belirleyen Cenevre Konvansiyonuna taraf olsa da, sadece Avrupa’dan gelenlere
mültecilik hakkı tanıyan bir coğrafi sınırlama uygulamaktadır. Bu nedenle
Türkiye’de 2020 yılı itibari ile statüsü “mülteci” olanların sayısı sadece
28’dir. Diğer uluslararası koruma statüleri de (“şartlı mülteci”, “ikincil
koruma” ve Suriyelilerde olduğu gibi “geçici koruma”) dikkate alındığında ise 2011
sonrasında olağanüstü bir artış gözlenmektedir. 2011’de toplam 58,000 kişi Türkiye’ye
uluslararası koruma başvurusu yapmışken, Suriyeliler ve ardından diğer
ülkelerden gelenlerle birlikte Türkiye 2014’den itibaren dünyada en fazla
sığınmacı barındıran ülke haline gelmiştir. 2020 itibariyle Türkiye’de 3,7
milyonu Suriyeli, 400 bini de diğer ülkelerden olmak üzere toplam 4,1 milyon geçici
koruma ya da uluslararası koruma başvurusu yapmış veya bunu kazanmış kişi bulunmaktadır
(Göç İdaresi Başkanlığı).

Elbette 2011’de Suriye krizinin bu kadar uzayacağı veya
bu kadar çok kişinin geleceği beklenmiyordu. Fakat 2013’de önce IŞİD’in,
ardından da ABD, Rusya, İran ve diğer güçlerin Suriye’de devreye girmeleri tabloyu
değiştirdi. Bugün Türkiye’de yaşayan Suriyeliler için geri dönme ihtimali, hem
siyaseten ve fiziken tahrip olmuş Suriye’deki durum hem de istek bakımından son
derece azalmıştır. Türkiye’de 550 bin Suriyeli bebeğin doğduğu, en az 110 bin
kişinin vatandaşlık aldığı, 1 milyon kişinin bir şekilde iş piyasası içinde
çalıştığı, 650 binin devlet okullarında Türkçe öğrenim görerek eğitimlerini
sürdürdüğü Suriyeliler, barışın ve ülkelerine ne zaman döneceklerinin
belirsizliği içinde elbette kalıcı olarak Türkiye’de daha iyi nasıl
yaşayacaklarının arayışına girişmişlerdir.

Devletin bir yerleştirme planı yapmayıp serbest bıraktığı
Suriyelilerin Türkiye’nin her tarafına dağılarak hayatlarını kurmaları da
gelecek perspektifleri bakımından son derece önemli bir rol oynamıştır.
Nitekim, Suriyeliler Barometresi (Erdoğan,
2018) çalışmasının verileri, Suriyelilerin geri dönme eğilimlerinin ne kadar tükendiğini
ve Suriyelilerin Türkiye’de yaşamaktan büyük ölçüde memnun, mutlu ve topluma
uyum gösterme çabasında olduklarını ortaya koymaktadır.

Türkiye’nin Suriyeliler politikası hem söylem hem de
uygulamada 2018 yılına kadar son derece duygusal ve “mülteci dostu” şekilde gerlişmiştir.
Fakat toplumdan gelen tepkiler ile 2018 başından itibaren, özellikle de Afrin
Operasyonu ile söylemde ciddi değişiklikler gözlenmiştir. Bu değişim, sürecin
politik etkilerinin gündeme gelmesi ile hızlanmıştır. Suriyelilerin geri
dönmesi ya da başka ülkelere gitmeleri konusundaki söylem, bir yönüyle de AB ile
pazarlığın parçası haline gelmiştir. Özellikle İdlib üzerinden Türkiye’ye
girmesinden endişe edilen yüzbinlerce yeni Suriyeli sığınmacı konusunda Türk
hükümetinin Avrupa’ya çağrısı temelde Türkiye’nin Suriye politikasına siyasi
desteği teşvik etmeyi de amaçlamaktadır. Fakat bunun kolay olmadığı ve AB’nin
bu konuda Türkiye’ye siyasi ya da askeri destek ver(e)meyecekleri ortadadır. Bu
durumda geriye sadece mali desteğin güçlendirilmesi kalmaktadır.

İdlib’de son haftalarda gerginliğin tırmanması ve 27
Şubat’ta Türk askerlerine doğrudan yönelen bir hava saldırısı ile 34 şehit
verilmesinin ardından Türk hükümetinin ilk tepkilerinden biri, Batı sınırlarının
açılması/kontrollerin yapılmaması şeklinde oldu. Bunun aynı zamanda iç politik
bir gündem arayışı –ya da gündem ağırlık merkezinin değiştirilmesi çabası-
olduğu da söylenebilir. Fakat neticede “açık kapı politikasının kurbanı olan”
ülkenin “artık yeter” yaklaşımının, Suriyeliler konusunda son derece huzursuz
ve endişeli olan Türk toplumundan destek alacağı da ortadaydı. Her ne kadar
sınır bölgesine gidenler içinde Suriyeliler azınlıkta olsa ve genelde
Türkiye’de “gönderilme” endişesi yüksek olan düzensiz göçmenler ilgi gösterse
de önümüzdeki günler için şimdiden bazı öngörülerde bulunulabilir.

Öngörüler ve
Tavsiyeler

Türkiye’nin AB lehine sınırları koruması her ne kadar 18
Mart 2016 mutabakatında yer alsa da bu mutabakatta AB tarafından Türkiye’ye söz
verilen siyasi taahhütlerin gerçekleşmediği açıktır. Aslında sorun sıklıkla
dile getirilen mali desteğin gelmemesi değildir. Bu para, yaşanılan krize göre
yeterli olmasa da proje bazlı verilmeye devam etmektedir. Türkiye bu bağlamda elbette
sınır kontrollerini yapmamayı tercih edebilir. Açık kapı politikası, makul bir
süre içinde –ki bu Suriyeliler için fazlasıyla gerçekleşti- evine dönemeyen
sığınmacıların bulundukları ülkeden başka ülkelere gitmesini engelleyemez.
Burada önemli olan kendi arzusu, isteği ve imkânları ile sınıra gelmek
durumunda olmalıdır.

Halen sınıra yönelenlerin büyük bölümünün Türkiye tarafından da “düzensiz göçmen” olarak nitelenenler olduğunu, yani “sığınmacı” ya da “mülteci” olmadığını vurgulamak şarttır. Mülteciler için sorumluluk paylaşımı talebi anlaşılır bir konudur, ama sınırın iyi korunmamasından kaynaklı düzensiz göçmen girişinin AB ile ilişkilendirilmesi çok anlamlı gözükmemektedir. Eğer İdlib’den ciddi bir giriş olsaydı ve onların Avrupa’ya akını gerçekleşseydi, konu farklı değerlendirilebilirdi. Fakat henüz ülkeye İdlib’den kaynaklı yoğun bir giriş yokken, düzensiz göçmenlerin sınıra gitmesine izin verilmesi ve hatta sınıra taşınmaları, destek isteme arayışından ziyade,  AB’yi cezalandırma isteği gibi gözükmektedir.

AB yaşanan gelişmeyi 2014-2016 arasında yaşandığı gibi bir “sığınmacı krizi” olarak değil, Türkiye’nin bilinçli iteleme politikası olarak değerlendirmektedir.

AB yaşanan gelişmeyi 2014-2016 arasında yaşandığı gibi
bir “sığınmacı krizi” olarak değil, Türkiye’nin bilinçli iteleme politikası
olarak değerlendirmektedir. “Aylan bebek” olayının sembolize ettiği dram ve
buna paralel ortaya çıkan dayanışma, Avrupa’da siyasi ve toplumsal alanda
tükenmiştir. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde hükümetlerin şu an yeni sığınmacı alma
yönünde karar alması beklenemez.

Avrupa bu krizi bir sığınmacı krizi olarak değil, Türkiye
tarafından yaratılmış bir kriz olarak görmektedir. Türkiye’nin sığınmacılar
üzerinden Avrupa’ya baskı yapmasının en önemli gerekçesi mali desteğin
artırılması değildir ve Türkiye’nin Suriye, Libya ve Rusya politikalarına
siyasi destek almak istediği açıktır. Fakat büyük ölçüde bir “şantaj” olarak algılanan
bu tarz bir yaklaşım, Avrupa’da Türkiye’ye destek vermeye çalışan politikacı ve
ülkeleri bile durduracak bir gelişmedir.

Türkiye’deki Suriyeliler gerek statüleri, gerekse de
memnuniyetleri itibariyle Türkiye’de artık yerleşmişlerdir. Bu kişilerin büyük
bir bölümü başka bir ülkeye hem de ölümü göze alarak geçme riskini göze almayacaklardır.
Suriyeliler içinde istekli olanlar ise Avrupa’da birinci dereceden akrabaları
olanlardır. Fakat Avrupa’ya geçmek konusunda asıl istekli olacaklar Suriyeliler
olmayacaktır.

Türkiye, 2014 yılından bu yana tarihinde hiç görmediği
dev bir düzensiz göçmen ve sığınmacı akını ile karşı karşıya kalmıştır. Genelde
düzensiz gelen göçmenler içinde en yüksek sayıda olanlar Afganistan, Pakistan,
Irak ve Filistin kökenlilerdir. Sadece 2019’da yakalanan düzensiz göçmen sayısı
454 bindir. Bunların 201 bini Afganistan, 75 bini Pakistan kökenlidir (Göç
İdaresi Gen. Md.). Türkiye kendi sınırlarına son iki
yılda bin km civarında duvar örse de özellikle İran, Suriye ve Irak üzerinden
geçişler devam etmektedir. Kısa bir süre önce yapılan yasal düzenleme ile
düzensiz göçmeler için ülkelerine geri gönderilme süreçlerinin başlatılmış
olması Suriyeli olmayan grupların Türkiye’den Avrupa’ya geçme isteğini
artırmıştır. Sınırların kontrol edilmemesi, Türkiye’ye gelmeye ya da Türkiye
üzerinden başka ülkelere gitmeye niyetli çok sayıda düzensiz göçmenlere çekici
gelebilir. Unutmayalım ki, Türkiye’ye giren düzensiz göçmenlerin en fazla
%20’si yurtdışı edilebilmekte ya da üçüncü ülkeye geçebilmektedir. Diğerleri yine
Türkiye’de kalacaktır.

Türkiye’nin geçmek isteyen yabancılar için sınırlarını
kontrol etmemesi konunun sadece bir bölümüdür. Diğer tarafa geçmek her zaman
kolay olmayacaktır. Zira Avrupa’daki kamuoyu da, iktidarlar da yeni gelen
yabancıları almamak için ellerinden geleni yapacaklardır. Sınıra gidenlerin
ciddi bir bölümünün sınır kapılarından geri dönme ihtimali gayet yüksektir.

Türkiye’deki Suriyeliler konusunda Türk toplumu
olağanüstü bir dayanıklılık ve fedakârlık göstermiştir. Fakat sayılar
milyonları aşıp, kalıcılık emareleri kendini gösterince, toplumsal kabulde
ciddi aşınmalar yaşanmıştır. Başlangıçta dayanışmanın önemli motivasyonu olan
“kültürel yakınlık” artık anlamını yitirmektedir. 3,7 milyonluk bir nüfusun
yarattığı ve yaratacağı sorunlar Türk toplumunda önemli endişeler doğurmaktadır.
Bu durum her geçen gün siyasete de etki edecektir. Her en kadar bugün için hükümet
ile muhalefetin mültecilerin çıkartılması konusunda uzlaştıkları görülse de, söz
konusu olanın insanlar olduğu ve temelde istemedikleri bir durumla karşı
karşıya kaldıkları unutulmamalıdır. Siyasi oy devşirme yarışının Avrupa’dakine
benzer bir ırkçılığa, yabancı düşmanlığına ve nefrete dönüşme riski son derece
yüksektir. Sığınmacılar hem bizzat onların onurları hem de Türkiye’de ortak
zorunlu yaşamın huzur içinde gerçekleşmesi bakımından siyasi çekişmenin
malzemesi yapılmamalıdırlar. Makul bir siyasi söylem ve tavır bütün siyasi
eğilimlerin yükümlülüğü olmalıdır.

Son 5 yılda Türkiye’nin belki de en önemli yumuşak güç
unsuru olan sığınmacılar konusunda değişen tavrı, başta Avrupa olmak üzere
bütün dünyada Türkiye’ye yönelik eleştiri ve yaptırım taleplerini
yükseltecektir. Eğer Türkiye başından beri bu politikayı, yani “isteyen
sığınmacı nereye isterse oraya gitsin, ben engel olmayacağım” politikasını
izleseydi, bu daha anlaşılır olurdu. Ama düzensiz göçmenleri Avrupa’ya
“sığınmacı akını” diye sunmak, riskli bir adım gibi görünmektedir.

Suriye’de çıkan kriz nedeni ile açık kapı politikasının
kurbanı haline gelen Türkiye’nin üstlendiği yük tartışmasız olağanüstü
boyutlardadır. Bu kapsamda AB’nin benimsediği rol sürdürülebilir değildir.
Almanya’da Köln Üniversitesinde yapılan bir araştırma (Becker, 2017), bir
mültecinin Almanya’ya maliyetinin yılda 15 bin Avro olduğunu ifade etmektedir. Basit bir hesapla, eğer Türkiye’deki Suriyeliler Almanya’da olsaydı, 9
yıllık maliyet 265 milyar Avro’yu aşardı. Üstelik konu sadece mali destek değil,
diğer risklerin varlığıdır. AB ne kadar mali destek verirse versin, bu konudaki
riskleri ortadan kaldıramaz. Yük ve sorumluluk paylaşımı çok daha kapsamlı bir işbirliğini
gerektirmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken tek husus, bölge politikamızın
Avrupa’yı da ilgilendiren, Avrupa’ya da makul gelen ve Avrupa’nın işbirliğine
imkan sağlayan şekilde yapılandırılmasıdır. AB, Türkiye’yi ancak kendi kısa,
orta ve uzun vadedeki çıkarlarına uygun politikalarında destekleyecektir. Bu da
bir sır değildir. Politik akıl, her ülkenin –bazen başkaları ile kolay
örtüşmeyen- kendi çıkarları olduğunu, desteğin yolunun da tehdit/şantaj
üzerinden değil, samimi işbirliğinden geçtiğini söyler.

2011’den 2018’e kadar ortaya konulan duygusal ve
gerçekçilikten uzak sığınmacı politikası iki önemli hususu ortaya koymuştur. Öncelikle,
Türkiye’nin komşularında yaşanan her türlü kriz Türkiye’yi de etkilemektedir. Bu
nedenle krizleri artıracak girişimlerden kaçınılmalı, bölgedeki dengeler ve
çıkar ilişkileri dikkate alınarak, barış ve istikrar için çaba gösterilmelidir.
İkinci olarak, sınırlarını koruyamayan bir ülke insani politikalar üretemez. Özellikle
son yıllarda düzensiz göçmenler konusunda yaşananlara dikkat ederek acilen
sınır geçişlerinin kontrol altına alınması gerekmektedir. İdlib konusunun da
süreç yönetiminde önemli bir rol oynayacağı anlaşılmaktadır. Ancak “yeni bir
mülteci akınını engelleme” amaçlı olsa da İdlib konusunda en son 5 Mart
Protokolünde yer alan Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterileceği yönündeki
ifade ile de uyumlu yeni bir politikaya ihtiyaç bulunmaktadır.

Türkiye’nin sınırları açma politikası, aslında açık kapı
politikasının evrensel iflasının da tescilidir. Öte taraftan Türkiye’den
Avrupa’ya geçenlerin sayısının çok sınırlı kalacağı ve özellikle Türkiye’deki
Suriyelilerin çok büyük bölümünün Türkiye’de kalacakları da açıktır. Bu
bağlamda ortaya konulan ve ne yazık ki artık Avrupa’daki göçmen/mülteci karşıtı
yaklaşımı da andıran söylemler konusunda dikkatli olmak gerekmektedir. Özellikle
de bu tür karşıtlı söyleminden cesaret alarak Suriyelilere saldırıların
başlaması, ileride giderilmesi zor ağır hasarlar yaratabilir. Bir tercih olmasa
da zorunluluk haline gelen ortak yaşamın huzur içinde gerçekleşmesi için daha
makul bir söylem ve uygulama şarttır. Sınıra doğru yönelenler bir süre sonra
geçişler gerçekleşmez ise muhtemelen azalacaktır. Ama Türkiye ile Yunanistan
arasındaki bölgelerde kalan ve push-back uygulamalarıan muhatap olan insanların
yakın zamanda ciddi dramlar yaşaması şaşırtıcı olmayacaktır.

Avrupa’nın Türkiye’ye sığınmacılar konusunda daha çok destek vermesi ve işbirliğini mali desteğin ötesine taşıması gerektiği açıktır. Ülkelerine geri dönemeyen sığınmacıların yaşamlarının bundan sonraki kısmını illa Türkiye’de geçirmesi gibi bir zorunluluğu yoktur ve her sığınmacı kendisi gideceği yeri belirleyebilmelidir. Fakat bu haklı tavrın Türkiye’nin Suriye politikasının Avrupa tarafından desteklenmesi için araçsallaştırılması ve binlerce masum kişinin riske atılmasına aracı olması anlaşılır değildir. Özellikle de sığınmacıların değil, düzensiz göçmenlerin öne çıktığı bu süreç, Türkiye’nin bugüne kadar verdiği emek ve fedakarlığı yıpratmakta, Türkiye’yi yeni bir düzensiz göç akınına maruz bırakma riskini taşımakta ve toplumdaki sığınmacı karşıtlığını da aktif saldırılara yönelecek şekilde artırmaktadır. Siyasetçilerin popülizmden uzaklaşarak insan onuru ve temel hakları esas alan saygın duruşları ülkenin huzurlu geleceği için elzemdir.

Kaynakça

Becker, Andreas (2016). “The Costs of The
Refugee Crisis”, Deutche Welle, 1
Şubat February 2016,
http://www.dw.com/en/the-costs-of-the-refugee-crisis/a-19016394 (Erişim:
10.01.2017).

Castles, S. ve M. J Miller (2008). Göçler Çağı, Modern Dünyada Uluslararası Göç
Hareketleri
. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Erdoğan M. Murat (2018). Suriyeliler Barometresi: Suriyeliler ile Uyumlu Yaşamın Çerçevesi. İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları.

International Organization of Migration, World Migration Report 2020, https://publications.iom.int/system/files/pdf/wmr_2020.pdf?language=en (Erişim:
27.02.2020).

T.C. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638 (Erişim:
27.02.2020).

T.C. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, https://www.goc.gov.tr/duzensiz-goc-istatistikler (Erişim:
27.02.2020).

UNHCRa, Global
Compact on Refugees
, https://www.unhcr.org/5b3295167.pdf (Erişim:
27.02.2020).

UNHCRb, https://www.unhcr.org/figures-at-a-glance.html (Erişim: 27.02.2020).

UNHCRc, https://data2.unhcr.org/en/situations/syria (Erişim: 27.02.2020).

_______________________________________________________________________________________________

Prof. Dr. M. Murat Erdoğan, Türk Alman Üniversitesi Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi Müdürü, siyaset bilimci, Uluslararası Metropolis Yönetim Kurulu Üyesi, UNESCO-Türkiye İletişim Komitesi üyesidir. 2010-2017 arasında Hacettepe Ü. Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi kurucu müdürlüğü görevini üstlenmiştir. Avrupa’daki Türk diasporası konusunda “Euro-Turks-Barometre”, Türkiye’deki Suriyeliler konusunda ise “Suriyeliler Barometresi” başlıklı kapsamlı ve düzenli kamuoyu araştırmalarını yürütmektedir. Son makalesi ise International Migration dergisinde yayımlanmıştır.