Barbenheimer, Bikini Adaları ve Gerçeklerden Kaçamayan Hayaller – M. Evren Eken


Dünya genelinde artan kaygı, bıkkınlık ve bunalım sinema ve eğlence sektörünü de uzun zamandır etkilerken Nolan’ın “Oppenheimer” filmi ile eşzamanlı olarak vizyona giren Gerwig’in “Barbie”si sektörde büyük bir rahatlamaya sebep oldu. Bugün itibarıyla iki filmin dünya çapındaki gişe getirileri 1.5 milyar doları geçmiş bulunuyor. Soğuk Savaş Amerikası’nın iki farklı kutbundaki bu tezat icatları temel alan filmlerden “Oppenheimer” karanlık bir yoketme dünyasına odaklanırken, “Barbie” pespembe ve neşeli bir eğlence dünyasını temel alıyor. Bunlardan ilki silahla savaşları sona erdirmeye çalışanları anlatırken, ikincisi ikna yöntemiyle yürekleri ve zihinleri aydınlatarak bunu gerçekleştirmeye uğraşanları konu ediyor. “Barbenheimer” da bu eşzamanlı sinematik tezatları irdeleyen internet kullanıcıları arasında dolaşıma giren portmanto bir kavram. Bir önceki yazımda “Oppenheimer” üzerinden savaşları sona erdiremeyen silahlar ve bu sorunlu realist bakış açısının ardındaki temel mentaliteden bahsetmiştim. Bu yazıda ise “Barbie” ve “Barbenheimer” tezatı üzerinden realist ve liberal uluslararası ilişkiler dendiğinde sıklıkla göz ardı edilegelen kültürel ve insani bir arka planı hatırlatmaya çalışacağım. Zira sistem, aslında kültürel bir arka planın inşaasıyla meydana gelir. Buna gözümüzü kapatmaksa, Uluslararası İlişkiler’in düzenli olarak anlatıla gelen efsanelerini sorgulamadan ezberlememiz ve uyum sağlamamız anlamına gelir.

Margot Robbie ve Ryan
Gosling’in başrollerini paylaştığı görsel bir şölen olan Barbie filmi ilk düzlemde havai
ve hayali bir oyuncak hikayesinden ibaret. Hatta Mattel’in CEO’su
da filmin feminist olduğu iddialarını reddediyor.
Ancak filmi bir alt katmanda feminist mesajlara sahip, ataerkilliği eleştiren
bir eğlence aracı olarak analiz etmek
ya da başka bir katmanda
aynı filmi kitlesel bir hayal dünyası ticaretinin ürün yerleştirmeleriyle dolu

sözde
ilerlemeci, feminist bir “spin”
hizmeti
olarak incelemek de mümkün. Bu bakış açılarından hangisine
sahip olursanız olun Barbenheimer bize atom bombasının ürkütücülüğü ile şirin
şeker bir şekilde idealize edilen güzelliklerle dolu imaj dünyalarını bir arada
düşündürmeye sevketmek zorunda. Zira kapitalizm, savaş ve eğlence sektörüne ayrı dünyaların
araçları olarak bakmamak, bunların farklı katmanlarda birbirlerini nasıl
beslediklerini görmek gerekiyor. Sözgelimi, keyifli tropik tatilleri hatırlatan Barbie’nize
giydirebileceğiniz bikininin ortaya çıkışı buna önemli bir örnek.

Çift parçalı kadın mayoları
1930’lardan beri yavaş yavaş kullanıma girmiş olsa da bikini olarak bilinen
mayonun tarihini 5 Temmuz 1946 olarak sabitlemek mümkün. Fransız tasarımcı Louis Réard İkinci
Dünya Savaşı’nın ardından kumaş kısıtlamalarının da etkisiyle ürettiği mayolara
bikini adını verir. İsmin ilham kaynağı ise Bikini Atolü ve atom bombasıdır. Pasifik’teki Marshall Adaları’na bağlı 23 mercan adasından meydana gelen Bikini Atolü ise ismini yerel dilde hindistan
cevizi diyarı anlamındaki Pikkini’den alır. Ancak ABD 1
Temmuz 1946-22 Temmuz 1958 tarihleri arasında bu adalarda Operation Crossroads
adıyla bilinen nükleer silah testleri gerçekleştirir. Bu testlerin sonucunda
adalar yaşanmaz hale gelse de dünyaya göz dağı vermek isteyen ABD bu tropik cennetlerdeki
patlamalarla Bikini’yi dünyaya lanse eder. Bu testlerin nükleer serpintileri nedeniyle de
adada bugün bile o hindistan cevizlerini yemek hatta su içmek ve yaşamak mümkün
değildir. Bikini Bottom’da
yaşayan Sünger Bob’u
sevenlerdenseniz, çevresindeki
garipsileşmiş canlıların sebebini şimdi daha iyi anlayabilirsiniz. Dahası zararsız ve çocuksu bir çizgi filmin geri planında
yatan kolonyal ve askeri süreçlerin sapkın (aberrant) ilhamlarla nasıl normalleştirildiğini de
.
Ancak daha grotesk bir örnek isterseniz operasyonun başındaki Amiral Blandy’nin
Kasım
1946’da atom bombası testlerini Nükleer Mantar pastasıyla

nasıl kutladığını gösterebiliriz.

Peki nükleer silahların
askeri ve çevresel etkilerini test edip geliştirmek için yapılan bu deneyler
neden New Mexico’daki Trinity sahasında devam etmedi de Bikini Atolü’ne kaydırıldı? Nolan, Oppenheimer filminde Trinity
Sahası’nı boş bir kanvas gibi gösterse de bu durum gerçeği
yansıtmıyor. Böylelikle de seçilen test sahasının etki alanı içerisinde yaşayan yerli ve hispanik halkın bu testlerden nasıl etkilendiği
konusu
nu düşünsel denklemimiz içerisine almıyoruz bile. Ancak
gerçekte bu alan ve ileride yapılacak olan testlerin etkileri düşünüldüğünde
ABD bu tehdidi kendinden uzak diyarlara kaydırmak için 2. Dünya Savaşı’nda
Japonlardan ele geçirdiği Filipinler ile Hawaii arasında kalan Marshall
Adaları’nı bu testler için daha uygun bir yer olarak seçiyor.
Bu sayede de ıskartaya çıkardığı 100’e yakın gemi üzerinde nükleer silahların etkilerini ölçebileceği bir sahil elde
etmiş bulunuyor. Ancak işin çok daha vahim bir insani art alanı sözkonusu.

Marshall
Adaları’nda yaşayan yerli halk da nükleer deneyler için gemiler gibi ıskartaya
çıkartılıyor.
1946’dan itibaren bölge nükleer bir laboratuvar, insanlarsa deney fareleri olarak görülmeye başlanıyor. Buna teste katılan ABD askerleri de dahil. Aynı yıl
Amerikan halkı için çekilen bir propaganda filminde ABD’nin bu bölgeyi elindeki müthiş yokedici gücün
insanlık için nasıl faydalı bir şeye dönüştürmek için kullanacağı ve ada halkının da buna
nasıl razı olduğu gösteriliyor. Böylelikle ABD kamuoyu
atom bombasının gücüyle mutlu olurken, razı edilmiş “vahşi yerliler” için de endişe etmeye gerek
duymuyor. Yıllar sonra yapılan röportajlarda ise durumun gerçekliğinden
habersiz yerli çocukların ilk patlamanın ardından yağan külleri nasıl kar
taneleri ve sabun gibi algılayıp oynadıkları, aradan birkaç gün sonra ise saçlarının dökülmeye başladığı, çoğunda
yanık, kaşıntı, kusma ve ishal gibi etkilerin belirdiği gerçeğiyle
yüzleşiyoruz.

1954’teki
testlerin ardından Şikago’daki AEC Laboratuvarı’na getirilen yedi erkek denek üzerinde yapılan
nükleer radyasyona maruz kalma testleri sırasında çekilen bir
diğer propaganda filmi ise inanılmaz ırkçı ifadelerle dolu.

Patlamaya 160 km uzaklıktaki adalardan getirilen bu insanlara kravatlı takımlar
giydirildiği görülüyor. Vahşi
yerliler olarak tanıtılan deneklerin adada eskiden ilkelce çıplak yaşadıkları, “beyaz adamın” onlara parayı, dini ve ticareti getirdiği anlatılarak bu
testlerin faydaları açıklanıyor. Oysa bu filmlerde gösterilmeyen daha çok şey var.
Raporlarda
net bir şekilde okuyacağınız gibi ABD bilim insanları ada
halkına radyasyonlu iğneler enjekte edip sıvılar içirerek üzerlerinde bilinçli
radyasyon deneyleri yapıyor. Kontamine adalara geri yerleştirilen halksa,
insanların radyasyonlu su, gıda ve çevre koşullarından nasıl etkilendiklerini anlamak
için kullanılıyor. Halk üzerinde düzenli radyoaktif ölçümler yapılırken, tıbbi
veri setleri ortaya çıkartılıyor. Eğer nükleer serpintiden korkuyorsanız ve
insanlar üzerindeki etkilerini merak ediyorsanız karşınıza çıkacak saat saat, gün gün
bedeninizdeki etkileri anlatan yazıların temellerinin bu gerçek denekler
üzerinde yapılan deneylere dayandığını hatırlamanız gerek. İnsan bedeni üzerindeki bu
tahribattan ise burada bahsetmek istemiyorum.

Ancak işin bir de
ekonomik yönü var. Zengin kaynaklara sahip olması beklenen tropik bir bölgedeki bir diğer
ada olan Kwajalein Atolü’ndeki radyasyon seviyeleri nedeniyle orada bugün hala meyve,
sebze ve balık tüketilemiyor
. Bunun yerine işlenmiş ithal konserveler
satın almak zorunda olan halk bağımlı, yoksul ve dünyadaki en yüksek obezite ve
diabet seviyelerine sahip insanlar haline geliyor. Burada sisteme zorla dahil
edilmiş, pasifçe uyum sağlamak zorunda bırakılmış, eşitsiz ve bütünleşik kalkınmanın en önemli örneklerinden birini görüyoruz. Kısacası
ismini bölgeden alan bikini güzellik ve sağlıklı yaşamın standart temsillerinden
biri olarak lanse edilirken, gerçek “Bikini” zehirlenmiş ve çarpıtılmış yaralı
güzelliğiyle baş başa bırakılmış durumda. Bizlerse tarihin ilmiklerini çekip
kazımadıkça eğlence dünyasına, Oppenheimer’lere ve Barbie’lere hiçbir anlamı olmayan eğlence unsurları olarak bakmaya devam
ediyor, yerinden edilmiş, başkalaşmış anlamların taşlaşmasına kaynak sağlıyor,
Barbie filminde Ken’in söylediği gibi sorgulamadan uyum sağlıyoruz.         

Uluslararası İlişkiler
yazınında sürekli karşımıza çıkan sisteme pasif olarak adapte olan devletler ile ilgili analizler
vardır. Bu durum sürekli olarak güç üzerinden ifade edilir: Uluslararası sistem anarşiktir ve
bu yüzden de güçlü olanın yasaları uygulanır. Eğer diğerleri de sorgulamadan
uyum sağlamak istemiyorlarsa onlar da aynı mantıkla hareket edip güçlenip
kendileri hegemon olmalıdırlar. Ancak bu açıklama tarzı bizi yalnızca yer kapma
mücadelesine yönlendirirken sistemin akıl sağlığını, temel mantık yapısının nasıl
inşaa edildiğini anlamak ve sorgulamak için hiçbir faktör sunmaz ve bizler de aynı
denklemlerle uğraşıp, sistem
mantığına uyum sağlar, hiçbir yere varamayız. Bir başka
ifadeyle Amerikanize olmuş bir Uluslararası İlişkiler mantığından çıkmamız için
disiplini, kültürel ve tarihsel düzlemi üzerinden de anlamamız gerekiyor. Zira
devlet-devlet ilişkileri ve dış politika analizine sıkışmış bir Uluslararası
İlişkiler bilim değil, bir disiplin pratiğidir. Bu noktada bir Amerikan
disiplini olarak hem övülen hem de yerilen Uluslararası İlişkiler’in
arka planında birleştirmemiz gereken başka bir aleme bakmak gerekiyor:
Amerikanizasyon, özgürlük hissi ve imparatorluk.

Mel van Elteren Amerikanizasyon’u,
dünyadaki değer, inanç, ideal, mal, hizmet ve pratiklerin Amerikan nüfuzu ile
ABD stili küreselleşmesi olarak tanımlıyor. Aslında Amerikamorfizm de diyebileceğimiz,
Amerikalıların dünyayı kendi özelliklerine indirgeyerek görme ve değiştirme arzusunu
Stanley Kubrick’in ünlü filmi “Full Metal Jacket”taki bir sahneyle daha net bir şekilde göstermek mümkün. Vietnam
Savaşı sırasında toplu bir mezarın önünde geçen sahnede bir ABD Albayı, sahada röportaj
yapan bir askerin göğsündeki “barış” sembolüyle kaskındaki
“öldürmek için doğdum” yazısı arasındaki zıtlığı sorgulayarak ona hangi tarafta olduğunu
sorar. Bunun ardındansa Albay bu kafası karışık sohbeti “biz Vietnamlılara yardım etmek için buradayız. Çünkü her budalanın
içinde dışarı çıkmaya çalışan bir Amerikalı vardır”
diyerek kapatır. Zira savaşın yüzeydeki amacı özgürleştirmedir.

Oysa herkesin
hayallerini gerçekleştirebileceği bir özgürlük ve demokrasi deneyi olarak büyük hayallerle
kurulan ABD hem kendi hem de dünya kamuoyundan bir imparatorluk
olduğunu saklamak için çok çaba harcamıştı
. Her ne kadar
her iki dünya savaşına da gönülsüzce katılmışsa
da özellikle
Pasifik yönündeki genişlemesi ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren hız
kazanmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından da dünya çapında inanılmaz bir
nüfuz elde etmişti. Ancak bu nüfuz öylesi bir Amerikamorfizm mantığı meydana getirmişti ki, her ülkenin nihai
yörüngesinin
Amerikalı olmak ve onun nimetlerinden faydalanmak olduğu zannı ortaya çıkmıştı.
Zira “iyi savaş”ı kazanan Amerika, kendini
yalnızca “iyilik” yaptığına inandırmıştı. Tüm
materyal gücün merkezi olmasının yanı sıra insana değer veren, onun
potansiyellerini besleyen ve onu koruyan bir hami olarak algılanmak istedi.
Benzer şekilde Kubrick’in sahnesindeki Albay da Vietnamlıların içindeki Amerikalıları ya silah
zoruyla ya da “gönüllü” olarak özgürleştirme çabasındaydı. Söz gelimi Hồ Chi Minh
taraftarları mermiyle, Ngô Đình Diệm taraftarları ise gönüllü olarak özgürleştirilecek insanlara
örnekti. Joseph Nye’ın Yumuşak
Güç
olarak kavramsallaştırdığı nüfuz aracı da bu ikinci grupta yer alanları
hedef alıyordu. Bu belirli bir bakış açısının insanlara verilmesiyle oluşan ve
sert güç araçlarını kullanmaya gerek kalmadan insanların aynı eksende düşünmeye
başlamasıyla kurulacak liberal bir Amerikan Barışı’nın temeliydi. Bu mantıkta aynı
eksende aynı arzularla hareket eden insanlar kazan-kazan ilkesiyle birlikte
üretir, tüketir, kazanır ve savaşmazlardı. Hatta
demokratik barış teorisine göre

iki McDonalds’ın bulunduğu halk egemenliklerinin kendi çıkarlarını gözettiği ülkeler de birbiriyle savaşmazlardı. Çünkü
sermaye barışı severdi. Ancak bunun pek de böyle olmadığını yakın zamanda
Ukrayna-Rusya Savaşı üzerinden açık bir şekilde gördük. Amerika’nınsa iddialarının aksine savaş sevmeyen bir ülke
olmadığını da hem Soğuk Savaş hem de
Teröre Karşı Savaş sürecinde daha net bir şekilde farketme olanağı bulduk
.

Yine de özellikle Soğuk
Savaş’ın ardından dünyanın böyle bir yer olduğunu düşünmek oldukça keyifli ve umut vericiydi.
Amerikalı olmasak da Küçük Amerika olabilirdik. Oysa Amerika bir zıtlıklar
cennetiydi. Liberal
bir imparatorluk
olarak, sözde barış ve özgürlük için savaşan, insanların
en çok silahlanıp
en
fazla hapsedilse de
en
özgür olduğu
, dünyanın en
renkli ama en
ırkçı
ve dünyaya en siyah-beyaz olarak bakan ülkelerinden biriydi. Yine
dünyanın en önemli bilimsel
kurumlarının bulunduğu ABD benzer şekilde temel eğitim
konusunda bile
bir
zıtlıklar cennetiydi
. Sözgelimi dünyayı yönetirken dünyayı önemsemeyen ABD’deki kurumlara gittiğinizde, özellikle sosyal
bilimlerde Avrupalı dergilere ve çalışmalara ne gözle baktıklarını çok açık ve
net ifadelerle umursamadıklarını görürsünüz. Sosyal bilimleri nicel verilere
indirgeyerek anlamaya çalışan ABD
çıkışlı Sosyoloji
disiplininin Soğuk Savaş dönemi çalışmalarına
baktığınızda da sorunların temellerini sorgulamayan, ancak sistemin sorunlarını
rahatlatmaya çalışan yapısalcı ve davranışçı ekollerle karşılaşırsınız. Bu ekollerin mantığını
Vietnam’dan Afganistan’a kadar ABD’nin savaştığı cephelerde
gözlemlemek mümkün. Dahası yapıyı ve sistemi odak noktasına koyarak, kurumsal
aktörleri incelemekle yetinen ana akım Uluslararası İlişkiler Teorileri‘nin de benzer
şekilde yapı ve sistemi inşaa eden kültürel kodların inşaa ve dönüşüm
süreçlerini nasıl irdelemediğinin de altını çizmek gerek.

Ancak sayılara ve
kurumlara indirgenen, istatistiki verilerle oynadıkça kazanmanın yeni yollarını
yıpratma savaşlarında arayan imparatorluğun eğlence dünyası da tıpkı Roma gibi “panem et circenses”i
benimsiyor. Zira ekmek ve eğlenceyle karnı ve zihni dolu tutulan insanlar
sorgulamazlar. Bu yüzden sistemin geleceği “Idiocracy” filmi gibi
gelişirken, ilerlemeci görüntü içindeki “Barbie” de bize renklerle dolu ancak siyah-beyaz bir anlatı sunuyor. Filmde Barbielerle
Kenlerin tezatlarla dolu varlıkları ve egemenlik mücadeleleri anlamlı bir denge
arayışına varacakken de (Mattel daha çok para kazanacağını anlayarak “izin” verirken) film yeni-spiritüelliğe uygun olarak duygulara
teslim edilen mutlu bir sonla bitiyor. Böylelikle “Barbie” dünyasının aşırı maddeciliğinin sorunları onun zıttı olan aşırı
duygusal bir romantizmle çözüme kavuşurken, aslında siyah-beyaz bir seçenek
skalası beliriyor. Bu anlamda materyalizmin karşısında diye duygusal ve
efsanevi anlatılarla çözüme kavuşturulan entelektüel sorunların nasıl dünya
savaşlarına giden kitlesel tutkulara dönüştüğüne örnek olarak Wagner ve Debussy üzerinden Alman ve
Fransız milliyetçiliklerini incelediğimiz yazımıza Uluslararası
İlişkileri Dinlemek kitabından ulaşabilirsiniz.
Keza bugün biz de benzer
bir yerdeyiz. Kapitalizm, Amerikamorfizm ya da aşırı maddeciliğin sorunlarını
tek başına yerelcilik, duygusallık ya da diğer tezatlarla değil, ancak tüm doğal yaşamı
merkeze alarak sorgulayan ve birbirimizi besleyen bir entellektüellikle
çözebiliriz. Bunun için de Uluslararası İlişkiler’i disipline edilmiş pratikleriyle değil,
bir bilim olarak kendi kavramlarının arka planındaki sosyo-kültürel
yapılanmaları araştırarak yeniden üretmeliyiz.


Mehmet Evren Eken, Süleyman Demirel Üniversitesi

Süleyman Demirel Üniversitesi, İktisâdî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmaktadır. Temel ilgi alanları arasında Savaş Çalışmaları, Toplumsal Teori, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Eleştirel Jeopolitik ve Görsel Kültür bulunmaktadır.


Bu Yazıya Atıf İçin: Mehmet Evren Eken, “Barbenheimer, Bikini Adaları ve Gerçeklerden Kaçamayan Hayaller”, Panorama, Çevrimiçi Yayın , 22 Ağustos 2023, https://www.uikpanorama.com/blog/2023/08/22/mek-2/


Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.