Türkiye ve Değişen Dünya Düzeni – Mehmet Ali Tuğtan


Türkiye’nin
değişen dünya düzenindeki yerini tartışmak için önce dünya düzeni ile neyi
kastettiğimize açıklık getirmek gerekir. İkinci Dünya savaşından bu yana
evrilerek devam eden ve bu savaşın galiplerince tesis edilmiş kurum ve kurallar
bütününe ‘Dünya Düzeni’ ismini veriyoruz. Bu düzen üç sacayağı üstünde durmaktadır:

i) Neo-realist anlamda
kabiliyet dağılımı (Ya da uluslararası sistemin yapısı);

ii) Birleşmiş Milletler
(BM) etrafında şekillenen uluslararası kurumlar mimarisi; ve

iii) Bretton Woods
kurumları ve kuralları etrafında şekillenen uluslararası ekonomi politik yapı.

Halen
devam eden Rusya-Ukrayna Savaşı’nda cisimleşen sarsıcı gelişmeler, bu yapının
faydalı kullanım ömrünü doldurduğunu ve değişmesinin kaçınılmaz olduğunu
göstermektedir. Bu değişimin nedenleri ve tarihsel süreci bu yazının kapsamına
sığmayacak kadar uzun bir anlatıyı gerektirdiği için, burada değişimin varlığı
veri kabul edilerek, uluslararası düzenin gideceği tahmini yön ve Türkiye’nin
bu süreçteki yeri tartışmaya açılacaktır. Bu tartışmanın üzerinde durduğu temel
tespitleri kısaca özetlemek gerekirse;

Erken
Soğuk Savaş sonrası dönem, ABD’nin tek kutuplu hegemonyasının ortaya çıktığı ve
kabiliyet dağılımı bağlamında diğer büyük güçler üzerinde hâkimiyet kurduğu bir
dönem olmuştur. Bu dönemde ABD ve müttefikleri fazla direnişle karşılaşmadan
yukarıdaki üç sacayağı üstünde yükselen, kurallara dayalı uluslararası sistem (Rules-based International System)
olarak tanımlanan süreci yürütebilmişlerdir. Nitekim bu sayede Körfez
Savaşı’ndan Bosna’ya askeri müdahaleler BM Güvenlik Konseyi (BMGK) kararlarının
sağladığı meşruiyet ile hayata geçirilmiş, dünya ekonomisinde neoliberal
küreselleşme Bretton Woods kurumlarınca Washington Konsensüsü çerçevesinde
sahiplenilmiştir.

Fakat,
uluslararası sistem üzerindeki bu ABD hegemonyası, 11 Eylül 2001 saldırıları ve
ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali ile krize girmiştir. Çünkü “Uluslararası Terörle
Savaş” konsepti kapsamında Afganistan ve Irak’ın işgali sırasında yaşananlar,
ABD’nin kendi siyasi ve ekonomik modelini dünyanın geri kalanına rıza yoluyla
benimsetme yeteneğini ciddi biçimde azaltmıştır. 1990’ların tek kutuplu anının en
önemli özelliği olan ABD’nin hayırhah (benign)
bir hegemon olduğu algısı, 2001 sonrası gelişmelerle büyük ölçüde yıkılmıştır.
Bu hegemonik krize eşlik eden 2008 finansal krizi ve onun tetiklediği Büyük
Resesyon, ABD ve müttefiklerinin hem dünya ekonomisi üzerinde kontrol sahibi
olma yeteneklerini azaltmış, hem de küreselleşmenin temel altyapısını teşkil
eden neoliberal deregülasyonun zararlı sonuçlarını açık biçimde göstermiştir.

Finansal
krizin hegemonya krizine bir diğer katkısı da krize karşı uygulanması
kaçınılmaz olan devlet müdahaleleri için ihtiyaç duyulan kaynakların, savunma
harcamalarının kısılması yoluyla bir araya getirilmesidir. Bu uygulama
nedeniyle ABD, kalıcı askeri varlığı ve yerel müttefiklerine sağladığı askeri
ve ekonomik destek sayesinde nüfuz sahibi olduğu Orta Doğu’daki asker sayısını
ve Irak başta olmak üzere askeri operasyonlarını azaltmıştır. Arap Baharı
sürecinde daha önceleri kendi desteği ile ayakta duran Amerikan yanlısı
otokratik rejimlerin ABD’ye daha eleştirel bakan halk destekli yerel aktörlerce
devrilmesi sırasında, bu rejimlere destek vermemiş, halk hareketlerinin
iktidarını belli şartlar çerçevesinde destekleyeceğini ilan etmiştir. Amerikan
karşıtı otokratik rejimlerin devrilme sürecinde ise, kendi askeri kabiliyetlerini
bu rejimlerin devrilmesine destek vermek için güce tahvil etmekten (yukarıda bahsettiğimiz
nedenlerle) kaçınan ABD ve müttefikleri, Libya’dan Suriye’ye uzanan iç
savaşlarda karşılarında Çin-Rusya eksenini ve onların müttefiklerini bulmuştur.
Bu karşı dengeleme eğilimi aslında 2007 yılından itibaren başlamış ve Orta Doğu
ile sınırlı kalmamıştır: Doğu Avrupa’dan Güneydoğu Asya’ya, Çin-Rusya eksenli
Avrasya bloğu ve yerel müttefikleri, ABD-Avrupa eksenli Atlantik bloğu ve yerel
müttefiklerine karşı denge oluşturmuştur. Uluslararası sistemde ABD ile birden
fazla aktör arasında görece güç farklarının azalma eğilimi gösterdiği bu yeni
durum, alan uzmanlarınca ‘gevşek çok kutupluluk’ ya da ‘Soğuk Savaş 2.0’ gibi
isimlerle kavramsallaştırılmıştır.

Türkiye’nin
bu uluslararası ortamdaki durumunu belirleyen üç temel niteliğinden
bahsedebiliriz:

i) Türkiye, Avrupa, Asya
ve Orta Doğu’nun kesişim noktasında kritik bir jeostratejik konum işgal eden,
neorealist anlamda bir orta boy güçtür;

ii) Türkiye, cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana Rusya ile özel ilişkileri olan bir ülkedir; ve

iii) Türkiye, ABD ile 70
yılı aşkın süredir devam eden askeri ve siyasi ortaklık sürdüren, NATO üyesi ve
AB ile Gümrük Birliği içinde bir üye adayıdır.

Bu
üç niteliğin, yukarıda özetlemeye çalıştığımız uluslararası konjonktürde
Türkiye’nin önüne koyduğu risk ve fırsatları kısaca değerlendirmek gerekirse;

Son
yirmi yılda jeostratejik rantı yüksek bir orta boy güç olarak Türkiye, gevşek
çok kutupluluk ortamında kendine genişleyen bir manevra alanı bulmuştur.
Türkiye bu manevra alanından, ABD ve AB ile ilişkilerinde bölgesel düzeyde
özerklik kazanmak için faydalanmak amacıyla özellikle 2016 sonrasında Rusya ile
işbirliğine gitmiştir. Fakat rakip Atlantik ve Avrasya eksenleri arasında,
kurumsal üyelikleri ve kolektif savunma garantilerinin kaynağı olan Atlantik
bloğuna temel taahhütleri konusunda da titiz davranmıştır. Bu sayede Orta Doğu,
Akdeniz, Balkanlar ve Kafkaslarda etkinliğini arttıran Türkiye, Suriye’den Libya’ya,
Azerbaycan’dan Somali’ye geniş bir coğrafyada yerel güç mücadelelerine kendi
çıkarları doğrultusunda aktif olarak katılmıştır. Bu süreçte aynı mücadelelere
müdahil olan büyük güçler ve onların yerel müttefikleri ile girift ilişkiler
geliştirmiş ve arada yaşanan krizlere rağmen herhangi bir büyük güçle doğrudan
çatışmaya girmemeyi başarmıştır. 2015’te Suriye sınırında düşürülen Rus savaş
uçağı sonrasında iki ülke arasında yaşanan kriz bunun en olası örneğini teşkil
etmiş ama orada da çatışmadan kaçınılmıştır. Halen devam eden Rusya-Ukrayna
Savaşı ise içerdiği risk ve fırsatlar itibariyle bu orta boy güç siyasetinin şimdilik
en uç noktasını teşkil etmektedir.

Rusya-Ukrayna
Savaşı Türkiye için iki nedenle önemlidir: Birincisi, bu savaş şimdiye dek
çıkan krizler içinde Türkiye’nin Rusya ile devam eden özel ilişkisini Batı
bloğuna aidiyeti ile sürdürmek konusunda karşılaştığı en büyük meydan okumadır.
İkincisi, bu savaş zaten 2003’ten beri dikişleri atmakta olan İkinci Dünya
Savaşı sonrası dünya düzeninin çözülme anını imlemektedir. Türkiye, artık bir
daha bu düzene geri dönülemeyeceğinin bilinciyle, fakat özellikle kısa ve orta
vadede bu düzenden doğan kurumsal kazanımlarını (kolektif savunma garantileri
gibi) korumaya özen gösterecek biçimde hareket etmek zorundadır. Bu bağlamda,
Türkiye’nin Rusya ile iletişim kanallarını açık tutmaya devam etmesinin somut
olumlu sonuçları savaşın ilk günlerinden beri görülmektedir. Öte yandan, dünya
düzeni çözülürken bölgesinde ortaya çıkacak sıcak çatışmalarda Türkiye, mensubu
olduğu Batı bloğunun kolektif savunma garantilerine ihtiyaç duyacağının
bilinciyle Rusya-Ukrayna Savaşına NATO’nun genel çizgisinden sapmadan
yaklaşmaya devam etmelidir. Bu çizgi, savaş şimdiki yerel ve konvansiyonel
niteliğini koruduğu sürece devam ettirilebilir. Fakat savaşın NATO
müttefiklerini içerecek şekilde yayılması veya nükleer aşamaya geçilmesi
durumunda Türkiye, tercihini blok aidiyeti doğrultusunda yapacaktır/yapmalıdır.

Bu
da bizi son unsura getiriyor, yani Türkiye’nin ABD ve AB ile tarihsel, köklü ve
kurumsal ilişkileri. Orta vadede cevaplanması gereken birinci soru, Türkiye’nin
iç siyasal tercihlerinin hangi yönde olacağıdır. ABD ve Batı bloğunun sadece
belli bölgesel konularda ortak iş yaptığı işlemsel (transactional) bir
muhatabı değil, Soğuk Savaş sırasındaki gibi paylaşılan siyasi değerler
çerçevesinde bir müttefiki olmanın ön koşulu demokrasi, çoğulculuk ve piyasa
ekonomisinin uluslararası kabul gören kurallarına riayettir. Bir başka koşul,
ikili anlaşmazlıkları uluslararası hukuk ve Batı bloğunun kurumsal çerçeveleri
içinde çözüme kavuşturma irade ve istekliliğidir. Tabii bunlar Türkiye’nin
kendi kültürel değer veya ulusal çıkarlarını göz ardı etmesi anlamına gelmez,
fakat genel yönelimi Brüksel’den ziyade Şangay’ı işaret eden bir ülkenin Batı
bloğu içinde kalması giderek zorlaşacaktır.

Cevaplanması
gereken ikinci önemli soru, Türkiye’nin blok aidiyetinin Batılı muhataplarınca
hak ettiği önemde ele alınıp alınmayacağıdır. Çünkü nihayetinde ittifak, iki
istekli ve kadir taraf arasında mümkündür. ABD ve Avrupa, jeostratejik önemi ve
kabiliyetleri açısından kendileri için birden fazla bölgede kritik öneme sahip
olduğu fiilen görülen Türkiye’yi, iç siyasi mülahazalarla Batı bloğunun
kurumsal süreç ve garantilerinden dışladıkları takdirde, Türkiye de kurulacak
yeni bir dünyada, kendi yerini bulmak durumunda kalacaktır. Bu çerçevede, Türkiye’nin
‘yeni’ dünya düzenindeki yerini uzun vadede belirleyecek tercihlerin önemli bir
kısmı, sadece Türkiye değil, aynı zamanda Batı tarafından yapılacaktır.

Türkiye,
cumhuriyetin 100. yılına yaklaştığımız bu sarsıntılı uluslararası ortamda bir
dönüm noktasındadır. Bu tür dönüm noktaları orta boy güçler büyük fırsatlar ve
riskler içerir. Türkiye hem kendisinin hem de muhataplarının basiretli
tercihler yapması durumunda, siyasal olarak çoğulcu ve demokratik bir yapıya
kavuşabilir, ekonomik olarak kısa süre içinde orta gelir tuzağından ve
verimsizlikten kurtularak sürdürülebilir biçimde büyüyebilir. Aksi durumda,
Türkiye için siyasetin giderek artan keyfilik ve otoriterleşme, ekonominin de
giderek artan verimsizlik ve gelir adaletsizliğinden muzdarip olduğu bir tablo
ortaya çıkabilir.


Bu yazıya atıf için: Mehmet Ali Tuğtan, “Türkiye ve Değişen Dünya Düzeni” Panorama, Çevrimiçi Yayın, 17 Ekim 2022, https://www.uikpanorama.com/blog/2022/10/17/mat2/


Bu görüş yazısı, ‘Foreign Policy for the 21st Century; Peaceful, Equitable, and Dynamic Turkey’ başlıklı proje kapsamında Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği tarafından Uluslararası İlişkiler Konseyi ve Global Akademiye sağlanan destek çerçevesinde hazırlanmıştır.


Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.


Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Ali Tuğtan, 2008 yılından bu yana İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Doktora derecesini 2008 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi programından almıştır.  Uzmanlık alanları Türk-Amerikan İlişkileri, Güncel Dünya Politikası ve Güvenlik çalışmalarıdır.