Yeni Çağın Eşiğinde Türk Dış ve Güvenlik Politikaları – Fatih Ceylan



Uluslararası İlişkilerde Köşe Taşları

Yeni milenyumun başlangıcından bu yana uluslararası
politikada bir dizi değişim ve dramatik dönüşümlere neden olan olaylara tanık
olduk. Sahne, ABD’de El-Kaide tarafından 11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen ve
ABD’nin Afganistan’a askeri müdahalesiyle sonuçlanan terör eylemleri, ABD’nin
2003’te sağlam gerekçelere dayanmayan Irak’a askeri müdahalesi, 2008’de Rusya
ile Gürcistan arasında patlak veren savaş ve 2014’te Rusya’nın gayrihukuki ve
gayrimeşru şekilde Kırım’ı işgal ve ilhak etmesiyle eşzamanlı olarak Ukrayna’nın
Donbas bölgesini istikrarsızlaştırmaya yönelmesiyle daha da hareketlendi. Nihai
darbe 2022 Şubat’ında Rusya’nın Ukrayna’nın bağımsızlığını, egemenliğini ve toprak
bütünlüğünü bir kez daha ihlal ederek, bu ülkenin farklı bölgelerinde başlattığı
saldırgan eylemlerle geldi.

Neredeyse tüm küresel aktörler için sancılı geçen bu süreç
boyunca, Çin’in istikrarlı şekilde yükselmesiyle birlikte ABD ile Çin arasındaki
artan stratejik rekabet çıplak bir gerçekliğe dönüştü. Bu görünür rekabet,
Hint-Pasifik bölgesinde Tayvan Boğazını odak alan ihtilaf bağlamında
ABD-Çin-Tayvan üçlüsü arasındaki gerilimin artmasıyla tecelli etti.

AKP’nin İlk Yıllarında Türk Dış ve Güvenlik Politikaları

Son yirmi yılda Türkiye iç politikasının, ülkenin dış ve güvenlik
politikalarının yapım ve uygulanmalarında sürekli artan etkisiyle bu alanlarda inkâr
edilemez bir dönüşüme tanık olduk. Bu açıdan, Türkiye’nin dış-güvenlik politikalarının
ana yöneliminin Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) ilk sekiz yıllık iktidarı
döneminde büyük ölçüde değişmeden kaldığı söylenebilir.

AKP’nin iktidar kadroları ilk dönemde Cumhuriyetin ilke
ve değerleri üzerine kurulu geleneksel Türk diplomasisinin kurumsal davranış kalıplarını
bozmaktan geri durdu. Bu sekiz yılda (2002-2010), Türkiye’nin Batılı ülke ve kurumlarla
ilişkilerini AB’yle entegrasyonu önceleyerek iyileştirmeye yöneldiler. Ekonominin
yeniden yapılandırılması ve siyasi reformlarla örtüşen bu arayış, Cumhuriyet
döneminde Türk diplomasisinin önceliklerinden olan ülkenin Avrupa yönelimi
temelinde ilişkilerin geliştirilmesini destekleyen bir sürece sahne oldu.

Kuruluş Döneminde Türk Dış ve Güvenlik Politikalarının
Ana Yönelimi

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün
liderliğinde öncelikle ulus-devlet inşası için gerekli reformları hayata geçirmiş,
aynı zamanda Türkiye’yi çevreleyen coğrafi alanda geniş bir barış ve istikrar kuşağı
oluşturmak üzere özellikle 1930’lı yıllarda başlayan bir dizi diplomatik girişimde
bulunmuştu.

Kurtuluş Savaşı’nın en hararetli günlerinde Türkiye, 1921’de
Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşmasını, ardından Kars Antlaşması’nı imzaladı.
Bu iki antlaşmayı aynı ülkeyle 1925’te imzaladığı Saldırmazlık Paktıyla
taçlandırdı.

Türkiye’nin etrafında bir barış ve istikrar kuşağı
oluşturma çabası sadece kuzeydeki büyük komşusu ile bir dostluk atmosferi oluşturmakla
sınırlı kalmadı. Türkiye ve Yunanistan, Atatürk ve Venizelos’un öncülüğünde II.
Dünya Savaşı’na giden süreçte, bunlarla sınırlı kalmamak üzere, sırasıyla 1926
ve 1930’da Atina ve Ankara Anlaşmalarını hayata geçirdiler. Bir dizi anlaşma
aracılığıyla 1960’ların başında Kıbrıs probleminin patlak vermesine kadar
sürecek dönemde işbirliğine dayalı bir ilişki kurmayı başardılar.

Türkiye ile Yunanistan arasında ikili çerçevede vücut
bulan yakınlaşma, Atatürk’ün teşvik ve öncülüğünde 1934’te Atina’da Türkiye,
Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında imzalanan Balkan Antantı bünyesinde çok
taraflı bir yapılanmayla taçlandırıldı. Böylece geliştirlen ikili ve çok
taraflı işbirliği çerçeveleri, Atatürk’ün ortaya koyduğu ‘Yurtta Barış, Dünyada
Barış’ vizyonunun bir parçası olarak Batı kuşağında hayat buldu.

Bu dönemde doğu cephesi de yeni Cumhuriyet tarafından
ihmal edilmedi. 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Saadabat
Paktı imzalandı. Orta Doğu’nun Türkiye’ye yakın bölgeleri zamanın Türk
liderliğinin odağındaydı. Fransa’yla 1921’de imzalanan Ankara Anlaşması bu
yaklaşıma ışık tutar niteliktedir. Bu Anlaşma sayesinde Türkiye, Suriye’de Süleyman
Şah Türbesinin bulunduğu toprak parçasının kendi mülkü olarak tanınmasını sağlayarak
Türkiye sınırları dışındaki bir alanda (exclave) egemenliğini kurmayı
başardı. Atatürk tarafından ortaya koyulan Arap dünyasıyla ilişkilerde
izlenmesi gerekli yaklaşımın ana ilkesi, Türkiye’nin güney kuşağındaki
ülkelerle ilişkilerde iyi komşuluğu haleldar etmemek gereksinimi doğrultusunda
Araplararası ihtilaflara müdahil olmaktan kaçınmaktı.

Özetlemek gerekirse Türkiye, 20. yüzyıl boyunca Avrupa
uluslar ailesindeki çıpasını sağlam tutmaya paralel olarak tarihi ve kültürel
hinterlandının tüm yönlerinde barışçı ilişkiler ağını kurma yeteneğini sergiledi.

2010’dan İtibaren Kaynayan Sınamalar Kazanı

2010 yılında ‘Arap Baharı’ ya da isyanlarının başlamasıyla
birlikte o yıla değin Türk dış ve güvenlik politikalarının dayandığı temel
sütunlar özellikle iç bünyeden başlamak üzere dramatik değişikliklere yol
açacak şekilde evrildi.

2014 yılında Rusya’nın gayrimeşru ve gayrihukuki yollardan
Kırım’da işgal ve ilhak gerçekleştirmesi ile IŞİD’in Suriye ve Irak’ta terör
eylemlerine başvurarak bir ‘Halife Devleti’ ilan etmesinin ardından Türk dış ve
güvenlik politikalarının uygulanmasında makas değişikliğine gidildi. Fakat, gerçek
kırılma noktası, sekter görüşe sahip dinci temele dayalı FETÖ’nün öncülüğünde 2016’da
yapılan başarısız darbe girişimi ile özellikle ABD’nin PKK’nın Kuzeydoğu
Suriye’de konuşlu kolu PYD/YPG’yle işbirliğine gitmesi ve bu çerçevede
Suriye’nin geleceğinin nasıl şekillendirileceğine dair Türkiye-ABD
ilişkilerinde ortaya çıkan derin görüş ayrılıklarının ertesinde vücut buldu. Bu
sınama, Rusya ile Suriye’nin Kuzeybatısında bulunan PKK/PYD/YPG arasındaki açık
bağlar ve Suriye’nin aynı yörelerinde bu terör gruplarıyla başa çıkılması ihtiyacı
bağlamında Rusya’nın ikircikli tutumuyla daha da kötüleşti.

Sınamalarla yüklü mevcut tablonun ortaya çıkmasının
sorumluluğu elbette sadece Türkiye’ye mal edilemez. Diğer yandan, 2014 yılından
önce hükümetin kendisinin de yararlandığı Türkiye’nin yerleşik uygulamalarından
uzak kararlar almaya yönelmesi esasen kırılgan durumda olan Suriye’deki durumun,
bu ülke ve ötesinde Türkiye’nin çıkarlarına da zarar verecek yönde
ağırlaşmasıyla sonuçlandı. Sonuçta Türkiye, arka planda kötüleşen ekonomik
dengeleriyle iç politikada toplumu derinden sarsan ve öz kaynakları üzerindeki
yükü arttıran bir sürecin ertesinde, İran’ın bölgedeki bozucu etkisi de dahil olmak
üzere, ABD ve Rusya arasındaki güç mücadelesine sıkıştı.

Türkiye’nin dış ve güvenlik politikalarındaki vites
değişikliği Suriye’yle sınırlı kalmadı, Batılı müttefik ülkeleri de kapsayacak
yönde özellikle Yunanistan’la Doğu Akdeniz’de tansiyonun yükselmesine kadar
uzandı. Kalıcı bir çözümü yıllardır bekleyen Kıbrıs sorunuyla birlikte Doğu
Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının araştırılması, keşfi ve bunlarla ilgili
sondaj çalışmalarından kaynaklı sınamalar Türkiye’nin komşu ülkelerle
ilişkilerini kötüleştirdi. Bunun yanında, geçmişte bölgesel sınamalarla
karşılaşıldığında Türkiye’nin başvurduğu, diplomasisinin ayırıcı özelliğe sahip
geleneksel kulvarından yoksun halde dış politikasının askerileştirildiği
görüldü.

Libya’daki keşmekeşin temsil ettiği kaos ve bunun Doğu
Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgelerin sınırlandırılması üzerindeki etkisi, Türkiye
için bölgedeki riskleri yükseltti ve Türkiye’yi bölgedeki rakipleri ve
dostlarıyla karşı karşıya getiren ihtilaflara yol açtı. Bu, Türkiye’nin yakın
çevresinde çözülmesi gerekli ciddi bir diplomatik meseleye dönüştü. Türk dış politikası
askerileştikçe ve seküler niteliğinden uzaklaştıkça mevcut durum Türkiye için geniş
bölgesel kuşakta daha da karmaşık hale geldi.

Yeni Çağda Ne Yapılmalı?

Türkiye’nin dış ve güvenlik politikalarında yakın dönemde
‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ esasından ‘Yurtta Kutuplaşma, Geniş Komşu Kuşakta
Cepheleşme’ yaklaşımına geçiş somut ve yararlı sonuçlar doğurmadı. Aksine bu
geçiş Türkiye’yi tarihi ve kültürel önemdeki hinterlandında yalnızlık çemberine
sürükledi.

Nihayetinde hükümet yurtta olsun, dışarıda olsun, hatalı
hesaba dayanan dış ve güvenlik politikalarının birçok yönden geri teptiğini
görünce 2021’de bu politikadan vazgeçip, durumu toparlamaya yöneldi. Mısır,
İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve önem taşıyan diğer bölge ülkeleriyle
ilişkileri normalleştirme düşüncesi galebe çalarken, tüm sorumluluğu sadece
Türkiye’ye yüklenemeyecek Türk-Yunan ilişkilerindeki gerilim her gün daha da
arttı.

İçinden geçmekte olduğumuz dönem, uluslararası düzenin değişmişine
tanıklık ediyor. Rusya’nın Ukrayna’yı ikinci kez işgali ve ABD-Çin gerginliğinin
artması sonrasında ana aktörler arasındaki stratejik rekabet, Türkiye’nin yakın
çevresinde de geniş ölçekli sonuçlar doğuracak şekilde küresel düzenin merkezinde
yer almaya başladı. Dolayısıyla, yeni bir çağın eşiğindeki Türkiye, iç
bünyesindeki huzuru yeniden inşa etmek, kendi hinterlandından başlamak
suretiyle köklü kalıplara dayalı kurumsal diplomasisine öncelik vererek küresel
barış ve istikrarı olanaklar ölçüsünde biçimlendirmek ve buna katkıda bulunmak hususunda
aktif bir oyuncu olmak zorundadır. Aksi durum, içerde karmaşa, uluslararası
alanda ise daha fazla marjinalleşme getirecektir.

Fatih Ceylan, Büyükelçi (E.) 
1957 Bursa doğumlu. 1979 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl Dışişleri Bakanlığına girdi. Master Derecesini Rutgers(ABD)/Princeton Üniversitelerinden aldı. İslamabad Büyükelçiliği, Deventer Başkonsolosluğu ve NATO nezdindeki Türkiye Daimi Temsilciliğinde, Brüksel Büyükelçiliğinde ve AB nezdindeki Türkiye misyonunda çalıştı. Düsseldorf’ta Başkonsolosluk, Sudan ve NATO nezdinde Büyükelçilik yaptı. Merkezdeki son görevi İkili Siyasi İlişkilerden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığıydı. 2019 Şubat ayında emekliye ayrıldı.


Bu yazıya atıf için:  Fatih Ceylan, “Yeni Çağın Eşiğinde Türk Dış ve Güvenlik Politikaları” Panorama, Çevrimiçi Yayın, 10 Aralık 2022, https://www.uikpanorama.com/blog/2022/12/10/fc/

Bu görüş yazısı, ‘Foreign Policy for the 21st Century; Peaceful, Equitable, and Dynamic Turkey’ başlıklı proje kapsamında Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği tarafından Uluslararası İlişkiler Konseyi ve Global Akademiye sağlanan destek çerçevesinde hazırlanmıştır.


Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.